29 Ağustos 2016 Pazartesi

Pazartesi Sendromu

Modern zaman İstanbul'u, İstanbul'lusu.

İçime sığmıyor artık bu şehre ve şehirdeki insanlara dair sevmediğim şeyler.

Hava alanı müşterisi bekleyen taksici gibi bekliyorum, günü kurtaracak sürprizleri.

Durun bir bakın elinizdeki telefona, kablosuna. O kablonun kelepçe gibi ellerinizi nasıl sardığına, ekranın el feneri gibi gözlerinizi nasıl kör ettiğine bir bakın.

5 yıl önce adını bilmediğiniz kahvenizden bir yudum alın, ve doğaya daha az zarar veren karton tutacağınızla gurur duyun.

Alacağınız 6. kahve bedava olsun diye, 5 defa damgalatın hatta ve satın sadakatinizi 1 kahveye.

Yeniyi denemek yerine sıradanlaşın, ısrarla.

Youtube'a bakın ne dinlesem diye, sonra kendi istediğinizi değil Youtube'un istediğini dinleyin.

Justin Bieber'e çıksın bütün şarkıların sonu.

Sizi hiçbir zaman keşfetmeyecek olan insanların keşfetine düşebilmek için, ########## kelimeyle anlatın fotoğrafınızı. Kendi hikayenizi yazmayın.

Taklit edin, çekinmeyin. Aynı olun, üretmeyin.

18 Ağustos 2016 Perşembe

İnsanca


Sodom musun, Gomore mi be talihsiz İstanbul. Karakolların boşalmıyor bir türlü. İnsanca yaşayamıyor insanların. 

Sıra dışı bir çarşamba günüydü. Hiçbir işim rast gitmiyor, aldığım kararların yanlış olduğu çok geçmeden ortaya çıkıyordu. Büyük dert değil, ertesi gün hepsini çözeceğim diyordum. Ama mutsuzdum. Uzun zaman sonra ilk kez. İşten çıkıp trafiğiyle boğuştum tanıdığım en eski kevaşenin. 

'Saatte x kilometre ile yol almak' deyimi halimi görse, bir sigara yakardı. 

Çok sevdiğim her şey gittikçe uzaklaşıyor, şehir ışıklarını üstüme kapatıyordu. Akıl almayacak planlar yaptım, hem kendim hem arkadaşlarım için. Hatta öyle ki, birine kendi ütopyamı iteledim. 'Ya tutarsa?' diyerek. Tutmadı tabi. 

Babam yaşında şarkılar dinledim eve dönerken. 

Mahalledeki gereksiz trafiği fark etmem uzun sürmedi, ben müziği kıstıkça onlar daha çok bağırıyordu sanki. Kavga değildi bunun adı, eski sevdalarına, kaybettikleri yakınlarına, aldıkları uyuşturucuya, korkuya ve hırsa yenik düşmüş olan beyinlerini arabalarında bırakıp, el frenini çekip, camları ve kapıları kapatmadan inen birkaç bedenin birbirini alt etme çabasıydı. Arabalar çok yalnız kalmıştı.

Kenara çektim. Aradan yavaşlayarak geçen, konuyu anlamaya çalışırken önümü kapatanlara küfür ederek izliyordum. Hiçbir şey düşünmeden. İzzet çok sık küfür ediyordu. 'Öz abini dinle bari' diyen birini dinlemiyordu. Öz abisi değildi belki de. Tüm gücümle ona baktım. Karışık bir yerden sıyrıldı. Ayağı kaydığı için sendeledi ama vazgeçmedi. Belki de hiçbir şeyi bu kadar istememişti. 

Yüzünde gurur duyan bir ifade yoktu, belki de yeterli sebebi olmadığından, kim bilir? 
Film gibi değildi. Tüm kalabalığı, mekanı ve kahramanları gösteren geniş plandan, bel altına ya da göğüs plana geçmedi görüntü. Elindeki bıçağa özellikle bir ışık da düşmedi, izleyici görsün diye. El ayak detayı da verilmedi, merak uyandırmak için. Karşıdakinin yüzü de görülmedi, korku dolu bir ifadeyle. Öyle büyük bir çığlık da duyulmadı, hatta belki de kimse hiçbir şey duymadı, İzzet bıçağı saplarken.

Katil olmak için can atıyordu elleri. Kan istiyordu.

Sonra orada ne oldu bilmiyorum. Ama ben sinirlendim yine. Buralarda, hemen her gün, yüzlerce şeye sinirlenmek, normal hale gelmişti. Ve ben sinirli bir adam olduğumu düşünmeye başlamıştım. Şeker hastası da değildim halbuki. 

Her gün görüp duyduklarım, aşinası olduklarım, önemini unuttuklarım beni bu hale getirdi. Cinayeti ölümden saymaya başladık. Gözlerimizi kapatıp, kulaklarımızı tıkadık. 
İnsanca yaşamaktan, sınıfta kaldık.

14 Ağustos 2016 Pazar

Berber Çırağı

İnşaat sektörü çok gelişti azizim.

11 yaşındaydım ve annem babam ayrılmıştı. Babamın beni götürdüğü berbere artık gidemiyordum. Çünkü uzaktaydı. Başka hiçbir berberi de tanımıyordum. Çünkü saç kestirmek benim için dikta edilen bir angaryaydı. O zamanlar hiçbir banka şubesinin bile bulunmadığı, küçük semtimiz Seyrantepe’de 7-8 kadar berber dükkanı vardı. E ihtiyaç hasıl olunca ben de başladım arayışa. 11 yaşındaydım ve artık berber koltuğuna konulan tahtaya oturarak traş olmayacaktım.
Başladım dükkanları gezmeye. Bunda sıra var, burada çok duman var, burası çok pahalı derken mahalledeki en uzak dükkana kadar yürüdüm.

Yeni açılmış tertemiz bir dükkandı. Siyah beyaz damalı fayansı ve aynaların arasında televizyonları vardı. 2015 senesini düşünecek olursak bu büyük bir hizmetti ve beni içeri girmem için yeterince cezbetti. İçerideki usta beni küçük görmüş olacak ki elindeki işe devam etti. Ben de içeride bulunan benim yaşlarımdaki çırağa yöneldim, ‘Sen traş eder misin beni dedim’. Ustasına göz ucuyla bakıp onay aldı ancak, makine kullanmak yasaktı. Böylelikle telafi edilemeyecek hatalar ortaya çıkmayacaktı. Başladık traşa. Altımda tahta yoktu, çünkü Musa’nın da boy olarak benden çok bir farkı yoktu.

İşi bitince usta da izlemeye ve yönlendirmeye koyuldu. Derken traş bittiğinde benim gibi Musa da çok mutluydu.

O günden sonra, aradan geçen yıllarla Musa kalfa oldu, Musa usta oldu. Ustası başka biriyle ortak oldu. Ustası uyuşturucu bağımlılığı yüzünden mesleğinden oldu. Musa dükkana ortak oldu. Ortağı Musa ile iş yapmayacak olunca, Musa dükkanın sahibi oldu.

Ve ben aradan geçen 10 yılda, sadece 3 defa Musa’dan başka birisinde traş oldum. 2’si askerde, 1’i de yurt dışında geçen uzun süremdeydi ve içimde aldatmanın verdiği o değişik his hakimdi.

Bilen bilir, zordur alışmak ve hiçbir şey söylemeden traş olmak. Her seferinde o koltuktan memnun kalkmak, tüm dedikoduları berberden almak.

Bir gün telefon ettim, ‘Sıra var mı, geleceğim’ dedim.
‘Ben dükkanda değilim’ dedi.
‘Ohh iyisin, tatile mi gittin’ dedim
‘Yok abi komple gittim’ dedi, gülümsemesinden feragat ederek.
‘Nasıl yani, bırak şakayı saçlarımdan yastık dolar’ dedim.
‘Ben mesleği bıraktım abi’ dedi.
‘Lan oğlum saçmalama, bu yaşta meslek mi bırakılır, ne iş yapacaksın dedim?’
‘Müteahhit olacağım, emlak işine başlayacağım abi’ dedi.

Bir süre daha inanmasam da, feragat ettiği gülümsemenin yerine koyduğu acımtırak ses tonundan açıkça belliydi.

Berberim müteahhit olacaktı. Demek ki inşaat işinde çok para vardı.

İcra ettiği zanaatı bırakacak, keyifle tuttuğu makası çantasına koyacak, çıraklıktan başlayıp sahibi olduğu dükkanı kapatacaktı. İşte tüm bunları düşünürken emin olmuştum. İnşaat işinde çok para vardı.

Ve Musa müteahhit olacak, bense şimdi banka şubelerinden,  pastane ve dönercilerden geçilmeyen Seyrantepe’de tahtaya oturmadan traş olabileceğim bir dükkan bulacaktım.